22 Nisan 2008 Salı

Robert Campin "Mérode Mihrabı"


Yaklaşık bir yıl kadar önce, kitapların sanatçılar tarafından nasıl görüldüğü ve resmedildiği konusu ilgimi çekmeye başladı. Farklı dönemlerden sanatçıların eserlerine, kitap figürünü göz önünde tutarak bakmaya başladım. Öylesine bir çeşitlilik söz konusuydu ki, sadece sanatsal farklılıklar değil, “kitap” olgusunun yüzyıllar içinde ne denli değiştiği de açıktı. Ortaçağ ve Rönesans döneminde yapılan resimlerde kitap, neredeyse her zaman kutsal kitap anlamına geliyordu. Bu durum ancak, matbaanın yaygınlık kazanması, okuryazarlığın artması, geniş kitlelerin kitaba ulaşması ile değişmişti.

İçinde kitap olan resimler ve daha sonra da kitap okuyanların portresi derken, resme de farklı gözle bakmaya başladım. Her resmin içinde gizlenen simgeleri bulmak bir oyuna dönüştü. Tüm kitaplı resimler içinde Robert Campin’in “Mérode Mihrabı” olarak bilinen eserinin yeri ise neredeyse hepsinden üstündü, çünkü bilinmezlerle dolu yaşam öyküsü bir yana, bu resmin her detayı simgelerle dolu öyküler gizliyordu.

Bu ünlü resmi yapan sanatçının bugün Robert Campin (1378–1444) olduğu sanat tarihçileri tarafından kabul ediliyor. Kuzey Rönesans’ının başlangıç tarihi, tarihçilerinin uzun yıllardır tartıştıkları konulardan biri olmuş. 19. yüzyıla kadar ünlü ressam Van Eyck, Kuzey Rönesans’ının başlangıç noktası olarak görülmüş. Ancak daha bilimsel araştırmalar yapılmaya başlandığında, ortaya farklı sonuçlar çıkmış. Her şeyden önce, önceki çağlarda “Flemalle’li Usta” adıyla bilinen kişinin, Robert Campin olduğu ortaya çıkmış. Gençlik yılları ve nerede öğretim gördüğü bilinmese de, 1406 yılında Tournai kentinde lonca dışı bağımsız bir ressam olarak çalışmaya başladığı bilinir. Ayrıca 1410’da Tournai kenti hemşeriliğine kabul edildiği resmi makamların yazışmaları sonucunda bilinir.


Ressam, bu sıralarda açtığı atölyede, aralarında Jacques Daret ve Rogier de la Pasture’ün de bulunduğu pek çok öğrenci yetiştirdi ve 1423’te ressamlar loncasının başına getirildi. Zanaatkârların isyanına katılarak bir süre belediye meclisi üyeliği yaptığı için mahkûm edildi. Evli olmasına karşın genç bir kadınla ilişki kurduğu için de ayrıca cezalandırıldı. Flémalle Ustası adı, Frankfurt’taki Stadel Sanat Enstitüsü’nde bulunan ve Flémalle-les-Liége dolaylarındaki hayali bir manastırdan geldiği varsayılan dört panolu bir resimden kaynaklanmaktadır. Robert Campin ayrıca Mérode mihrap resminden ötürü Mérode Ustası olarak da bilinir.


Robert Campin’in kişiliği ve resimleri çok büyük tartışmalara neden olmuştur. 19. yüzyılın sonuna değin Werden’e ait olduğu kabul edilen bu resimler, daha sonra Jacques Daret gibi daha önemsiz bir ressama yakıştırılmıştır. Ancak, 1909’dan sonra bu resimlerin Campin’e ait olduğu sanat tarihçilerinin çoğunluğunca kabul edilmiştir.


Campin, Flaman resim geleneğinin ilk uygulayıcılarındandır. Uluslararası Gotik’in, gerçek yaşamı ve nesneleri daha şiirsel ve gerçekçi bir biçimde temsil eden bir üsluba dönüştürülmesinde etkili olmuştur. Dramatik bir gerçekçilik, açılandırılarak işlenmiş biçimler, çarpıcı bir etki kaygısı, birbiri üstüne yığılan ağır kumaş kıvrımlarının kullanılışı ve iç mekânın en ince ayrıntılara dek işlenmesi, onun üslubunun belli başlı özellikleridir. Figürleri ise, uzun yüzleri, geniş tutulmuş gözkapakları küçük ve yuvarlak çeneleri, ince dudakları ve tıknaz yapılarıyla belirgindir. Bu özellikleri göz önünde tutulunca Campin’in üslubu hem etkilediği, hem de etkilendiği Van Eyck’ınkine göre daha arkaik ve katıdır.


Campin gerçek dünyayı, cennetin bir aynası olarak görür. Ayrıca mitoloji ve dinsel metinlerden aldığı simgelerle yoğun bir anlatıma kavuşan resimler yapar. Resimleri bu nedenle masalsı hava taşırlar. “Mérode Mihrabı” resminin detaylarına bakınca çok sayıda simge görürüz.


Üç parçadan oluşan ve bu yüzden “Mérode Triptiği” diye de adlandırılan resmin sol kanadında resmi sipariş eden, Pieter Engelbrecht ve karısı görünür. Resmin konusunun da bu çifte uygun olması düşünüldüğü için seçildiği sanılır. Engelbrecht, “melek tarafından getirilen” anlamına taşıyan bir sözcüktür. Varlıklı ailelerden gelen, yaklaşık 1420’lerde evlendiği sanılan Engelbrecht’in karısının kızlık adı Gretgin Schrinmechers de resimdeki marangoz Yusuf peygamberin de varlığını açıklar, çünkü Schrinmechers, “marangoz” anlamına gelir.


Orta kanatta iki belirgin figür görürüz. Bunlardan biri Meryem’e Tanrıdan mesaj getiren melek, diğeri ise, meleğin gelişiyle okuması kesilmeyen, okuduğuna yoğunlaşmış Meryem Anadır. Resmin sol üst köşesindeki pencereden, bebek İsa peygamberin içeri girdiğini görürüz. Bir haç üzerinde geliyor olması, ölümünün izini doğumunda beraberinde getirdiğini simgeler. Bu resimdeki en önemli unsurların başında, hem Yusuf’un hem de Meryem’in olduğu odalarda arka plandaki pencerelerin açık olmalarına rağmen, bebek İsa’nın açık pencerelerden değil, camdan süzülüp gelmiş olması yatar. Bu, Meryem’in bekâretinin bozulmadığını simgeler, çünkü İsa bebek ışık içinde içeri süzülürken, cam kırılmamıştır.


Meryem’in hemen arkasında duran masanın üzerindeki mumun da yeni sönmüş olması, odayı dolduran İsa’nın varlığının, başka bir ışık olmaksızın etrafı aydınlattığı şeklinde algılanır. Odaya giren İsa, ayrıca bir rüzgâr eşliğinde gelmiştir, bu hem mumun sönmesine, hem de masanın üzerindeki kitabın sayfalarının uçuşmasına neden olmuştur. Masanın üzerinde duran diğer obje olarak vazodaki çiçekleri görürüz, bunlar bekâreti temsil eden beyaz zambaklardır.


Sağ kanatta, tüm olanlardan habersiz tahta oyan Yusuf, pencerenin önüne de koyduğu gibi, fare kapanları yapıyordur. Fare kapanları da içeri şeytanın giremeyeceğini simgeler. Bu resimde yer alan her objenin anlamını çözmek bugün için zor ve hatta olanaksız olsa bile, hayal gücümüzü kullanarak, meleğin başının arkasında duran nişin içindeki suyun, kilise girişinde arınmak için duran suya benzediğini, Meryem’in elindeki beyaz örtünün de yine onun saflığını simgelediğini düşünebiliriz.


Kuşkusuz, yapıldığı çağda bu resme bakanlar bizim gördüğümüzden çok daha fazlasını görüyorlardı. Çünkü onlar için bu resimde yer alan simgeler, büyürken duydukları efsanelerin, dini öykülerin resmedilmesiydi. Bu resimde beni en çok etkileyen şeylerin başında, böylesine büyük ve dolu bir resmin bu denli küçük bir boyuta sığdırılmış olması gelir. Orta panel, 64x63 cm. yan paneller ise, 64x28 cm büyüklüğündedir ancak. Hâlbuki resmi bir kitapta basılı olarak ilk gördüğümde dev boyutlu bir yapıt olduğunu zannetmiştim.

Edvard Munch "Genelevde Noel"


Edvard Munch, 1902–1908 yıllarını Almanya’da geçirdi. Bu ülkeye, aldığı özel bir sirapiş için gelmişti, Doktor Max Linde’nin Lübeck’teki evinin çocuk odasına bir fresk yapması isteniyordu. Avrupa’da tanınmaya başlayan Munch, özellikle dev boyutlu portreleri ile ilgi çekiyordu.

Munch, resmini yaptığı kişileri, derin psikolojik içgüdü ile betimlerdi. Dr. Linde’nin evinde kaldığı süre zarfında, bir de doktorun dört çocuğunun tablosunu yaptı, bu tablo 20. yüzyılın en başarılı çocuk portreleri arasında sayılır. O dönemde yaygın olan, kişileri yüceltme ya da kahramanlaştırma gibi yöntemlere o başvurmazdı.

O günlerde dostu Albert Collmann’a yazdığı bir mektupta, freskin tamamlandığını ve yerinde güzel durduğunu yazdı. Güzel durduğunu söylemesine rağmen, eleştirmeden de duramıyordu, aslında küçük oda için fazla baskın ve ağır geldiğini de sözlerine eklemişti.

“Genelevde Noel” resmini de, 1904 yılının Aralık ayında yapmaya başladı. Linde’nin evinde geçirdiği Aralık ayında ayrıca Linde’nin tanınmış bir senatör olan kayınpederinin portresini yapma siparişi de aldı. Fakat Munch, son birkaç yıldır, her yılbaşı sırasında olduğu gibi, huzursuzdu yine. Aile, düzen ve kutlamalar belki de canını gereğinden fazla sıkıyordu; bu dönemde yeniden iyice içmeye başladı. Dengesiz davranışları sonucunda, senatör portre siparişinden vazgeçti.

Lübeck’te geçirdiği günlerde Munch, rahatlamak için geneleve gitmeye başladı. “Genelevde Noel” sanatçının o dönem hissettiği ikilemleri en iyi yansıtan tablosudur. Tabloda en önde duran kadın figürünün göğsünde çaprazlanmış ellerinin birinde sigara diğerinde ise İncil, tam da ressamın istediği türden bir ironi yaratır.

Edvard Munch, pietist inancın baskın etkisi altında büyümüştü. Bu resimde kendi katı dindar geçmişine başkaldırdığını görebiliriz: En kutsal olan ile en günahkar olanın birlikteliği. Resmin en arka planında, ortada, kutsal aile bütünlüğünü temsil eden noel ağacı olmasına rağmen, solda sızmış bir müşteri, masanın üzerinde içki şişesi ile bu kutsanmışlığa ironi dolu bir bakış öneriyor sanatçı. Ayrıca, arkada duran kadınların süslenmiş olmaları, yeni müşteriler için olabileceği gibi, özel kutlama gecesi için de olabilir.

Bu resimde sanırım bizi en etkileyen şey, ressamın neşe ile melankoliyi aynı anda vermesi. Buradaki okuyan kadın figürü, günahlardan arınmak için okuyan bir kadın olarak görünmüyor, keyifle, gelenekle, gündelik bir iş yapar gibi okur İncilini.


“Genelevde Noel” (1904/5)
Munch Müzesi, Oslo

Jan Vermeer "Açık Pencere Önünde Mektup Okuyan Kız"



Bazı resimlere internetten bakmanın ayrı bir keyfi oluyor, hatta insana iyi ki bu çağda yaşıyorum dedirtiyor. Jan Vermeer’in (1632–1675) “Açık Pencere Önünde Mektup Okuyan Kız” tablosuna bakarken aynen böyle dedim. Yüzyıl önce, hatta on yıl önce bu tabloya bakanlardan farklı olarak, resimde olmayanları da görme şansına sahip bir çağın insanlarız.


Rastlantı sonucu bulduğum bir internet sitesinde, resmin üzerinde fareyi gezdirince, sanatçının sonradan sildiği detayları görmenin de mümkün olduğunu fark ettim. Yeni teknoloji sayesinde, sanatçının tabloya koymak istemediği, sonradan çıkarttığı unsurlar üst tabaka boyanın altında nelerin gizlendiğini ortaya çıkartıyor.


Örneğin bu resimde Vermeer ilk başta, arkada görünen boş duvara bir melek (elinde yay tutan bir kupid) resmi çizmiş. Resmi daha sonra neden değiştirdiğini bilmiyoruz. Eğer Vermeer duvarda o resmi bırakmış olsaydı, genç kızın ona aşk ilan eden bir mektup okuduğunu düşünürdük fakat ressam bu detayı sildiğine göre, bunu düşünmemizi istemedi. Buna rağmen, ben bu resme baktığımda kızın elindeki mektubun sevgilisi tarafından yazıldığını düşünmeden edemiyorum. Mektup belli ki uzaktaki sevgiliden geliyor, hatta belki merak ve özlemle beklenen sevgiliden. Kızın pencereye iyice yaklaşmış olması, içindeki hiçbir sözcüğü kaçırmadan okumak istediği hissini veriyor.


Söz ettiğim gelişmiş teknoloji sayesinde bildiğimiz başka bir detay da, ressamın ilk başta resme perde koymamış olduğu. Üzerinde Türk halısı serili duran masanın üzerinde ilk başta bir meyve tabağı durmaktaymış, daha sonra Vermeer bu tabağı silecek şekilde kalın bir perde koymuş resmin sağ tarafına. Ve bence, resme inanılmaz bir boyut getirmiş bu perdeyle. Bir tiyatro havası vermiş.

Her şeyden önce, perde genç kızın saklandığı izlenimini vermiş; odanın gizli bir köşesine çekilmiş, herkesten uzak sevgilisinden gelen mektubu okuyor. Saklanmışlık ve mektupla baş başa kalma havası hissediyoruz resme baktıkça. Elbette bir de biraz önce sözünü ettiğim tiyatro sahnesi havası var; ressam özellikle kalın bir perde kullanmış, aslında hiç de doğru bir yerde asılı gibi durmuyor bu perde. Bu yüzden de teatral hava artmış hissediliyor. Perde sanki bir anda açılıp, gizli bir sahneyi röntgenlememize izin veriyor.


Vermeer, ev içi sahnelerinde inanılmaz başarılı resimler üretmiş bir ressam. Bu resimde özellikle resmin yukarı kısmında, perdenin asılı olduğu nokta ile, aşağıda perdenin etek uçlarına doğru gelen masanın önündeki bölüm, bir çeşit trompe l’oeil yaratıyor. Bir başka trompe l’oeil ise, genç kızın pencerenin camına yansıyan yüzünün aksi. Başının durduğu noktada cama öyle yansıması olanaksız; aslında ressam resmi ilk yaptığında başın doğru yansıması varmış, sonradan resmi değiştirip, farklı bir açıdan kızın yüzünü gösterme isteği duymuş. Bu resmin bence odak noktasını, kızın camda yansıyan görüntüsü oluşturuyor. Bütün duygusal derinliği veren, bizde dikkatle yüzüne bakma isteği uyandıran yüz bu…


“Açık Pencere Önünde Mektup Okuyan Kız” (c.1657–1659)
Staatliche Kunstsammlungen, Dresden

Jean-Etienne Liotard "Kitap Okuyan Sultan"





Bugüne kadar gördüğüm tüm okuyan kız tabloları içinde Liotard’ın bu resmi, en sevdiğimdir. Bu resim “Türk giysileriyle Marie Adelaide” olarak da bilinir. Fransa kralı XV. Louis’nin üçüncü kızı olan prenses Marie Adelaide, o yılların modasına uyarak harem kıyafetleriyle poz vermiştir ressama.

Kızın elindeki kitabın başlığı görünmez, ama küçük boyutundan bunun bir öykü kitabı olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Resmi çekici kılan şeylerin başında prensesin giydiği üçetek ile içi kürklü kaftanın eşsiz güzellikteki desenleri gelir. Desenler o denli canlı ve ince işlenmiştir ki, resmin geri kalanı sanki bu desenleri iyice ortaya çıkarmak için sade ve tek renklidir. Doğunun güzelliğini ressam bu resimde sadece genç kızın giysileriyle değil, dertlerden uzak, keyifli ve rahat oturmasıyla veriyordur sanki. Zaman, doğudaki gibi ağır işliyordur resimde de.

Jean-Etienne Liotard (1702–1789) uzun yıllar İstanbul’da yaşadığı için, resimlerine yansıyan doğu, yüzeysel değildir. Birçok sanatçının oryantalizmin moda olması sonucunda, kulaktan dolma bilgilerle resim yaptığı dönemde, o sadece burada yaşamakla kalmamış, Osmanlı sanatlarını incelemiş ve minyatüre ilgi duymuştur. Ayrıca, hem İstanbul ve İzmir’de yaşadığı yıllarda, hem de daha sonra gittiği Viyana ve Paris’te, kocaman sakalından ve doğu giysilerinden kolayca vazgeçmediği için “peintre turc” adıyla anılmıştır.


Resimdeki kızla bir özdeşlik kurmamın tek nedeni Türk giysileri içinde olması değil, kızın arkasındaki pencerenin kafesi, onun kısıtlanmış fiziksel özgürlüğünü göz önüne seriyor. Bu görüntü üzerine de, kitabın sanki her tür kısıtlamaya meydan okuduğunu düşünmeden edemiyor insan. Fiziksel kısıtlamaların, zihinsel özgürlüklerle alt edildiği düşüncesi ağır basıyor.

Bu resim için poz veren prenses Marie Adelaide, kuşkusuz güzel bir portre çıkması için süslenmiştir fakat yüzyıllar sonra biz resme bakarken onun bu denli şık olmasını neredeyse yadırgarız. Liotard’ın portrelerinde yer alan kadınların kitap okurken, nakış işlerken ya da mektup yazarken şık giysiler içinde poz vermiş olmaları, kitabı bir dekor objesi olarak görmemize neden olur. Yine de terliklerini çıkarmış ve kaftanın üzerinden sıyrılmış olması kimseyi beklemediğini, yalnızlık içinde kitabını okuduğunu düşünmemizi ister. Bugün Liotard’ın diğer birkaç resmini görebiliriz İstanbul’da. Bunlardan biri, Pera Müzesinde görülmeyi bekliyor.
“Kitap Okuyan Sultan” (1753)
Galleria delgi Uffizi, Floransa

Peter Ilsted ve Berthe Morisot




Aynı yaşlarda kitap okuyan iki kız çocuğu birbirlerine ne denli benzeseler de, iki tablonun geride bıraktığı duygu tamamen farklı.


Birinci tablo yalınlık, boşluk ve sessizlik üzerine kurulmuş; oysa ikinci tablo, canlılık ve hareket izlenimi veriyor. Birinci kız belki cezalandırılmış ve odasına dersini bitirmek üzere yollanmış. Diğer küçük kız, biraz önce oynadığı topunu sandalyenin arkasına asmış, örgülü saçlarını da sandalyenin arkasında havalandırdıktan sonra okumaya başlamış. Birinci tabloda ödev hissedilirken, ikincisinde topa (ya da oyuna) tercih edilmiş okuma eylemi var. İlk bakışta birbirlerine benziyorlar, fakat dikkatimiz yoğunlaştıkça yaşadıkları dünyaların farkı yüreğimizi burkuyor. Teselliyi ancak aynı güzel masal kitabının içinde kaybolmuş olmalarında buluyoruz.


“Okuyan Kız”ın ressamı Danimarkalı Peter Vilhelm İlsted (1861–1933), karısı ve iki kızını model olarak kullandığı çok sayıda iç mekân resimleri yapmış. Orta sınıfa özgü sadelik hemen her resminde hissediliyor. Odaların içleri sade döşenmiş ve çok temiz; ancak çok gerekli olan eşyalar görülür. Parlak beyaz kumaşlar temizlik duygusunu arttırır.


Genelde İlsted’in resimlerinde görünen kadın figürlerin yüzleri net değildir. Çoğu zaman sırtları dönük şekilde, nakış işler, gitar çalar ya da kitap okurlar. Bir şey yapmadıklarında da boyunları bükük bir merdiven aralığında otururlar. Sessizlik sanırım en belirgin özellikleri bu resimlerin. İlsted, sakin ve dünyadan kopuk ev halini yansıtmakta usta bir ressam olarak biliniyor. Bu resimde de, arkaya dev bir saat koyarak, dayanılmaz sessizliği resmin ezici ağırlığı haline sokuyor. Ayrıca, saat, cezanın daha uzun saatler devam edeceğinin işareti gibi görünüyor.


Berthe Morisot (1841–1895) de İlsted gibi aile fertlerini model olarak kullanan bir ressam. Fonda sanayileşmenin görüldüğü manzara resimlerinin yanı sıra en ünlü tablolarından bazılarında ablasını, kocasını ve annesini resmetmiş. İlsted ile Morisot tamamen farklı coğrafyalarda büyümüş iki ressam ama ortak bir özellikleri daha var: her ikisi ünlü ressamlarla akraba. Morisot, Edouard Manet’nin erkek kardeşiyle evli, İlsted’in kız kardeşi İda ise, Vilhelm Hammershoei’nin karısı. Her iki ressam, usta kayınbiraderlerinden etkileniyor ve resimlerinde bu seziliyor.


Morisot’nun “Kitap Okuyan Küçük Kız” tablosu, özellikle Manet etkisini açıkça gösteriyor. İzlenimcilerin 1874’deki ilk sergisinde Morisot’nun tabloları da yer alıyor. Daha sonraki yıllarda da izlenimci akımın önemli temsilcilerinden biri olarak kabul ediliyor. Birinci resim ne kadar kuzey iklimini anlatıyorsa, Morisot’nun bu resmi de o kadar Akdeniz iklimini yansıtıyor. Arkadaki palmiye ağacının yaprakları, açık ve geniş teras, parlayan güneş, adeta küçük kızı neşe içinde düşünmemizi sağlıyor. Açık alanda olduğu için, İlsted’in resminde hissedilen sessizlik ve sükûnet yerine burada canlılık ve hareket hissediyoruz. Hareketi sağlayan obje de, tabii ki filenin içindeki top.


Atmosferler farklı ama okudukları da farklı mı diye düşünmeye başlıyoruz. Aslında biri sade, diğeri renkli bu iki kız çocuğunun okuduklarıyla birbirlerine yakınlaştıklarını düşünmek benim hoşuma gidiyor. Aynı masalı okuyorlar, farklı yaşamlarında, farklı biçimlerde etkileniyorlar ama bence masallar aynı. Birbirlerinin dünyalarını da ortak masallar sayesinde anlayabilecekler. Çünkü hikâyeler, masallar, romanlar, insanların bilmeden de olsa paylaştıkları bir ortaklık.




Peter Vilhelm İlsted “Okuyan Kız” (1915)




Berthe Morisot “Kitap Okuyan Küçük Kız” (1888)
Museum of fine Arts, Florida

Jean-Baptiste Greuze "Heloise ve Abelard Mektupları Okuyan Hanımefendi"



Ünlü düşünür Denis Diderot, Jean-Baptiste Greuze’u bir dönemin en önemli ahlak elçilerinden biri olarak görüyordu. Özellikle çocuklarına İncil okuyan babanın resmedildiği eser, Diderot için 18. yüzyılda ulaşılması gereken ahlakı savunuyordu. Çocuklarını etrafında toplayan baba, ilgiyle dinleyen, oynamayı bırakmış her yaştaki çocuğa, onları sıkmadan, sevgiyle bir şeyler öğretirken resmedilmişti. Çocuklar da oyuncaklarını bir kenara bırakmış, masanın etrafında dizilmiş, büyük bir ilgiyle dinler görünüyorlardır babalarını.


Kitap okumanın yaygınlaştığı 18. yüzyılda, gerçekten de kitabın nimetleri çok önemliydi. Kitap, aydınlanmanın bir parçası sayılıyordu. Kuşkusuz haklıydı böyle düşünenler. Okuryazarlık seviyesi iyice yükselmişti, kitap okumak soylular ve din adamlarının tekelinde değildi artık. Modernleşmenin, aydınlanmanın ve en önemlisi de demokratik olarak sosyal sınıflar arasındaki farklılıkların azalması anlamına geliyordu.


Belki de tüm bu nedenlerden dolayı, Greuze’un “Heloise ve Abelard Mektupları Okuyan Hanımefendi” adlı tablosu, Diderot gibi, tabloyu gören herkesi şaşırttı. Okumak bir aydınlanma nedeni iken, nasıl olur da bunca cinsellik çağrışımlarıyla dolu olarak verilirdi? Akıl karıştırıcı bu durumun birkaç açıklaması bugün bile süren bazı tartışmaların başlamasına neden oldu.

Birincisi, son yıllarda bu konuda çıkan yazılarda görüldüğü gibi, bir ihtimal bu tablonun ressamı Greuze değil, Bernard d’Agesci olabilirdi. Bu durumda ahlak elçisi Greuze’un adı hala temiz kalıyordu. Akla gelen bir diğer açıklama ise, babasından resim yapmayı öğrenen ve daha sonra babasının tabloları ile çok fazla karışan tablolardan biri olarak bunun ressamı Anna-Geneviève Greuze (1762-1842) olabilirdi.


Bu tabloyu gerçekten Greuze’un yaptığını varsayarsak, bir diğer açıklama da, ressamın bu tabloda okumalar arasındaki farklılığa dikkat çekiyor olmasıdır. Bu tablodakine benzer bir okuma, aydınlatmadan çok duygusal olarak insanı (daha da önemlisi kadını) esir alabilirdi. Koyu ahlakçılar tarafından eleştirilmesi de gereksizdi bu durumda, ressam kendi etik duruşundan bir şey kaybetmiyordu. Romanın ne denli baştan çıkarıcı olduğunu dile getiriyordu, hayali kurguların tehlikesine karşı bir uyarıydı belki de bu resim. Genç kadının bedenine yakın tuttuğu kitap, sıyrılmış ve göğsünü açıkta bırakan sabahlığı, kendinden geçmiş ruh hali ve pasif duruşu, insanın “sanat”ın etkileri karşısında ne denli sömürülmeye açık olduğunun göstergesiydi.

Resimde genç kızın elindeki kitap, Abelard ile Heloise’in umutsuz aşklarını ortaya koyan mektuplaşmalarının derlemesi. Diğer kitap ise “Sevme Sanatı” başlığını taşıyor. Sanatın insanlar üzerindeki gücü üzerine yazılan romanlar, yapılan resimler çok fazladır. Don Kişot gibi, şövalye romanları okuyup kendini şövalye sananlar; ya da aşk romanları okuyan Madam Bovary gibi kendini aşka kaptıranların öyküleri bunu çok güzel dile getirirler. Bu resimdeki kadın da, okuduklarının etkisiyle, kendi gerçekliğinden kopmuş görünür. Hayal dünyasına dalmış, kendini bir roman kahramanı olarak görmektedir. Jean-Baptiste Greuze, büyük olasılıkla resminde, romanın insanı ne denli etkisi altına alabileceğini gösteriyordu. Roman okumanın insanı içine sürüklediği ruh halini resmederek, dolaylı olarak o da resme bakan kişiyi aynı ruh hali içine sokuyordu.


Jean-Baptiste Greuze (1725–1805)
“Heloise ve Abelard Mektupları Okuyan Hanımefendi” (c.1780)
The Art Institute of Chicago

Edward Hopper "Otel Odası"



Edward Hopper, melankoli ve yalnızlığın ressamı olarak bilinir. Resimlerindeki ana tema kalabalık içinde de olsa yalnız kalmış, itilmiş, dışlanmış bir yalnızlıktır; büyük şehirlerin içindeki, kalabalığa rağmen hissedilen yalnızlık. Seçilmiş bir yalnızlık değil, terk edilmişliktir daha çok.


Hopper’in tablolarını çok sık poster olarak görürüz. Evinden uzakta – hatta ülkesinden de uzakta -- okuyan öğrencilerin kaldığı bir yurtta, hemen her odada asılmış bir Hopper baskısı görmek, hatırlıyorum beni çok şaşırtmıştı. Özellikle “Gece Kuşları” adlı tablo benim de ailemden uzak olduğum yıllarda duvarımı dolduran bir posterdi. Gece yarısı bir kafeteryada birbirlerini tanımayan insanların kendi içlerine gömüldükleri resim, yabancılaşmamın ve duyduğum özlemin kanıtıydı adeta.


Hopper’in resimlerinde evinden uzakta, terk edilmiş figürlere çok sık rastlarız. 1931 yılında yaptığı “Otel Odası” adlı tabloda basit bir tema seçmiş olmasına rağmen, resme her dönüşte, her bakışta, duyguların yoğunluğu artar. Hopper “Resim yaparken amacım hep, doğanın içselleştirilmiş ifadesinin en şaşmaz kopyasını yapmak olmuştur” sözleriyle, aslında tam da resimlerini anlatıyor. Resimlerinde her zaman bir öykü bulmamız boşuna değil. O, her resimde bir öykü anlatmayı beceren ressamlardan.

“Otel Odası”nda da garip bir öykü anlatır. Yüzü karanlıkta kalan genç kadın, evinden uzakta, muhtemelen bir sevgili ile buluşmaya geldiği otel odasında yalnızdır. Komodin üzerinde duran şapkasından ve koltuğun üzerine atılan paltosundan dışarıda soğuk bir kış günü hayal ederiz. Sarı perdenin altında da simsiyah bir gece görünür. Bavullarını alıp gelmiştir ama onu bekleyen, sevgilinin kolları yerine, bir veda mektubudur. Bu resimden söz eden birkaç yazıda elinde kitap okuduğu yazıyor ama bence bu dörde katlanmış bir mektup. Dörde katlanmış olması da içinde gizli bir mesaj içerdiğini işaret ediyor. Kızın duruşu bitkin, omuzları çökmüş. Odanın sıradan mobilyaları, hiçbir kişilik taşımıyor. Duvarlar ise ürkütücü derecede beyaz.

Bavullarını açmamış olması da, geri dönüp dönmemek konusunda kararsızlığını gösteriyor. Yeni gelmiş ama burada kalmasını gerektiren neden yok artık. Bu resme baktığımızda kadının içinde bulunduğu durumun gerginliğini duyuyoruz. Bunun nedeni, elindeki mektubu sanki onlarca kere okumuş, inanmaz şekilde yeniden okuyor. Hâlbuki buraya gelirken saçlarını yapmış, erotik görünmek için elbisesini çıkartmış ama bu çabaların gereksiz kaldığı da aşikâr. Resme bakan kişiyi sanırım hüzünlendiren de bu: saf bir şekilde kendini vermeye hazır genç kadının, itilmişliği, istenmemiş olması.


Otel Odası (1931)
Museo Thyssen-Bornemisza, Madrid


Mecdelli Meryem sanat tarihinde en çok kitap okurken resmedilen figürlerin başında gelir. Resimlerde Mecdelli Meryem’i tanımak çok kolaydır: hemen her resimde, elinde ya da yanı başında, İsa peygambere sürdüğü yağın içinde bulunduğu güzel bir kavanoz durur.
Yüzyıllar sonra hala ressamların ve edebiyatçıların ilgisini çekmeye devam etmesinin nedeni büyük olasılıkla bugün bile öyküsünün bize tanıdık gelmesinde yatar. Yaşam öyküsü onu hep çekici kılar.


Efsaneye göre, peygamberin ayaklarını yıkadıktan sonra uzun kızıl saçlarıyla kurulamış, yağ sürmüş ve döktüğü gözyaşlarıyla, ruhundaki yedi ölümcül günahtan kurtulmuştur. Resimlere yansıyan bir başka özelliği de genelde kırmızı elbise giymesidir. Gösterişli kırmızı kıyafeti onun günahkâr geçmişini temsil ettiği gibi, göz alıcı güzelliğini de ortaya çıkarır.


Kutsal Kitaplarda çok sayıda Meryem adı geçtiği için bazı karışıklıklara da neden olur. Bazı araştırmacılar, İncil’de adı geçen günahkâr Meryem ile İsa tarafından vaftiz edilen Meryem’in birbirlerine karıştırıldığını yazmışlardır. Elbette, asıl en çok sözü edilen Meryem Ana ile aynı isimde olmasının da ayrıca bir anlamı vardır: Katolik inancına göre İsa’nın annesi olan bakire Meryem ne denli kusursuzluğu, saflığı simgeliyorsa, Mecdelli Meryem’in geçmişi de o denli karanlıktır. İki Meryem tam bir zıtlık oluşturur.


Mecdelli Meryem’in yağı kadar kitabı da önemlidir. Okumadığında da önünde açık bir kitap durur. Bunca dinsel resimde kitapla resmedilmesinin nedeni, ona Tanrı’nın sözlerinin peygamber tarafından söylenmiş olmasıdır. İnananların gözünde o, bu sözlere inanmış, okuyan bir kadındır. Elindeki kuşkusuz kutsal kitaptır ama kitaptan daha önemlisi sözün kendisidir.


Hollandalı ressam Ambrosius Benson (1495–1550) tarafında yapılmış birkaç Mecdelli Meryem tablosu vardır. Mecdelli Meryem’i kitabıyla resmeden çok sayıda Hollandalı usta gibi, o da güzelliğini ön plana çıkarmıştır. Fakat onun resimlerindeki figür çok daha masum bir ifade takınmış görünür. Artık tamamen geçmişinden kurtulmuş, ruhu aydınlığa kavuşmuş (bu aydınlanmanın nedeni elindeki kitaptır), saflığını yeniden bulmuş bir kadındır.


Daha sonraki yıllarda yapılan Mecdelli Meryem tablolarında kitap ve yağdanlığın yanı sıra bir de kuru kafa belirmeye başlar. Bunun nedeni de İsa’nın ölümüne tanıklık etmesindir.
Bence, Mecdelli Meryem’in “okuyan kızlar” tabloları arasında çok önemli bir yeri var. Her şeyden önce daha önceki haftalarda gördüğümüz roman okuyan kızlardan farklı, Mecdelli Meryem’in elindeki kitap sadece bir düşünceyi temsil ediyor. Okuma eylemi de gerçek bir okuma değil bu yüzden. Bir çeşit, ilahi sözlerin kendisine ulaştığını simgeliyor.

Pablo Picasso "Plajda Kitap Okuyan Kız"


Genelde bu köşede hakkında yazdığım tabloların aslını görmeden yazıyorum, tabloların çoğu dünyanın bir ucunda müzelerde ya da özel koleksiyonlarda olduğundan --bazıları pek kaliteli olmayan-- baskılarla yetinmek zorunda kalıyorum. Bir tabloyu bilgisayar monitöründe ya da kitapta görmek elbette aslını görmek ile aynı değil. Picasso’nun bu tablosu aslını gördüğüm ender okuyan kız tablolarından biri, bu yüzden ne denli etkileyici olduğunu biliyorum.

Pablo Picasso “Plajda Kitap Okuyan Kız” resmini 1937 yılında yapmış. Bu, ünlü ressamın hayatı açısından önemli bir yıl, çünkü aynı dönemde, başyapıtlarından biri sayılan “Guernica”yı tamamlamış.

1936’da patlak veren İspanya iç savaşı Picasso’yu çok sarsar, 1937 yılının Mayıs ayında Guernica’nın Franco’cular tarafından vahşice bombalanması, Picasso’ya 20. yüzyılın belki de en trajik tablosunu yapma gereği duyurur.

“Plajda Kitap Okuyan Kız”ı, Guernica’nın bombalanmasından önce, 18 Şubat 1937’de tamamlıyor Picasso. “Guernica” gibi burada da az renk kullanarak, çizgilerin öne çıkmasını sağlar. Resmin adını plajda kitap okuyan kız olarak çevirdim ama daha doğru bir çeviriyle “Kitaplı Yıkanan Büyük Kız” anlamına gelen bir ismi var; Türkçe fazla anlamlı bir başlık olmadığı için tablonun İngilizce başlığından yararlandım.

Picasso başlıkta "kitap" sözcüğünü kullanmış ama kızın okuduğu sanki bir taş tablet, ne sayfaları var ne de cildi. Bu resimde kitaba benzeyen şey okuduğundan çok, kızın kendisi. Sanki bedeni, okunmaktan yıpranmış, sayfaları bükülmüş bir kitap. Daha uzun bakıldığında, kitap gibi algılanan bedeni, denizin dalgaları olarak hayal bile edilebilir. Kızın bedeninde kuşkusuz bir hafiflik var, hâlbuki ilk bakışta onu kâğıda ya da suya benzetmiyoruz, daha çok yerinden kıpırdamayacak denli ağır, metal bir heykeli andırıyor. Su ya da kâğıt gibi kıvrımlar içinde olması onun ağır metal görüntüsü ile bir zıtlık oluşturuyor.

Resme dikkatli baktığımızda neden plajda olduğunu da anlıyoruz genç kızın: bulunduğu yeri simgeler gibi başı bir balık, ayağı ise sanki tek tırnaklı bir hayvana ait. Bir an kız gibi görünürken, diğer anda bir hayvana dönüşebiliyor. Yüzüne çok yakından dikkatle baktığımızda da, karikatürleştirilmiş gözler ve burun görüyoruz. Baktığı yer kucağındaki "kitap" mı, emin değilim, sanki bize bakıyor.

Bu resmin en etkileyici yanı, kızın tüm bedeninin kitabın üzerine kapanmış görünmesi. İlgiyle okumaktan öte, okuduğu ile bütünleşmiş bir beden. Kızın kendisi bir kitap. Biraz su, biraz kâğıt. Hem metal gibi ağır, hem sayfalar kadar hafif. Hem yapılı hem de narin. Figürün bir noktasına baktığınızda gördüğünüz, diğer yerlere bakarken gördüğünüzden hep çok farklı.


Pablo Picasso “Plajda Kitap Okuyan Kız” (1937)
“Grande Beigneuse au Livre”
Musée Picasso, Paris

Antoine Wiertz "La Liseuse des Romans"



Belçikalı Antoine Wiertz (1806–1865) 26 yaşında kazandığı Roma ödülü bursuyla İtalya’ya gitti ve burada büyük ustaların eserlerini yakından görme fırsatı buldu. Belçika’ya döndükten kısa bir süre sonra yeteneği kabul gören, dolayısıyla da desteklenen bir sanatçı konumuna geldi. Devlet, genç ressamın rahat çalışabilmesi için ona Leopold Parkı yakınlarında büyük bir atölye tahsis etti. O da atölyesinde, koca egosuna uygun dev boyutlarda resimler yapmaya başladı. Bugün atölyesi eserlerinin sergilendiği bir müze olarak kullanılıyor.

Hırslı bir sanatçıydı, yeteneği erken yaşta resmiyet kazanmıştı ama bir türlü Paris salonlarında istediği ilgiyi göremiyordu. Tablolarında insanı ürperten, adeta kanını donduran konular kullanmayı seviyordu. Fransa’daki giyotine karşı tavır alan hümanist yazarların etkisinde, bugün onun başyapıtı sayılan “Koparılmış Baş Üzerine Son Düşünceler” adlı tablosunu yaptı. Bu tablosunda büyük olasılıkla Victor Hugo’nun erken dönem romanlarından “Le Dernier Jour d’un Condamné” (İdam Mahkûmunun Son Günü) adlı eserinden etkilendi.

“Roman Okuyucu” tablosu genel anlamda romantik edebiyat yapıtlarından ne denli etkilendiğini gösterir. Kadının okuduğu kitabın başlığı görünmez ama yatağın üzerinde duran kitaplardan birinin üzerinde “Drame / par A.Dumas” sözcükleri okunur. Bu yağlıboya tablo, kitap okuyan diğer kadın figürleriyle karşılaştırıldığında, zarafetten yoksundur. Kadının kendinden geçmiş bir şekilde roman okuyor olması, ayrıca bedeninin yatağın kenarında duran aynaya yansıması, kuşkusuz farklı bir okuma içinde olduğunu anlatmaya çalışır bize.

Çarşaflar buruşmuş, yastığı ikiye katlanmış, sabahlığı olduğunu sandığımız giysi ise yatağın kenarına atılmıştır fakat resimdeki en önemli şey, yatağın altında gizlenen bir erkek figürünün, yatak üzerinde duran diğer kitaplara uzanmış olmasıdır. Dikkatli baktığımızda yatağın altında duranın bir erkek değil, şeytan olduğunu (boynuzludur çünkü) anlarız. Bu durumda, kitapları almaya çalışmıyordur, aksine kitapları kadının okuması ve baştan çıkması için oraya yerleştirenin şeytanın ta kendisi olduğu ortaya çıkar. Aynanın üzerinde takılı duran çiçekli taç ise, masumiyetin geride bırakıldığının kanıtıdır sanki. Ne yazık ki bu eşsiz güzellikteki tablo, ressamın farklı türde boyalar deneme hevesi yüzünden günümüze çok yıpranmış olarak kalmıştır, sanat tarihçilerine göre restorasyonu da bu yüzden olanaksızdır.



“La Liseuse des Romans” (1853)
Wiertz Müzesi, Brüksel

Jean-Baptiste Camille Corot "Çiçek Taçlı Okuyan Kız"



Sanatçıları değil ama sanatçıların edindiklerini şöhreti ikiye ayırabiliriz. Birinci grupta halka mal olmuş, geniş kitleler tarafından beğenilenleri; ikinci grupta ise daha çok sanatçı çevresini etkileyenleri koyalım. Her iki grupta da yer alan isimler var kuşkusuz ama sanat çevresinin değer verdiği, dolayısıyla da sanatın yönünü belirleyen sanatçıların yeri ayrıdır.
Jean-Baptiste Camille Corot (1796–1875) nesiller boyu ressamlar tarafından benzersiz bir övgüyle değerlendirilmiş ressamlardan biridir. Claude Monet’nin “Burada bir tek usta var, o da Corot. Onun yanında bizler birer hiçiz,” Corot’nun ölümünün üzerinden yirmi küsur yıl geçtikten sonra ettiği bu sözler, üstelik tek değildir, benzer değerlendirmeyi, Degas’da yapmıştır.
Corot, kitap okuyan kızları en çok tuvale döken sanatçılardan biridir. Onca okuyan kız resmi arasında, bu benim en çok sevdiğim tablosudur. Bunun bir nedeni Vergilius’a duyduğum hayranlığı paylaşmasıdır. Bu tabloya ilk baktığımda, başlığına dikkat etmemişim, kitap okuyan kız evet ama hem de esin perisi. Burada sanki kızın ne okuduğundan daha önemli olan kızın kendisidir. Bir soru da sormadan edemez insan: bir yazarın en büyük ilham kaynağı okuru mudur?
Kızı, göğsü açık ve yalın ayak gördüğümüz için sanki birazdan soyunacak izlenimi ediniyoruz… hatta kucağındaki örtüyü çiçeklerin üzerine serip uzanacağı… Aslında okuduğu kitaba kendini öylesine vermiş ki, onun kimseyi baştan çıkarmak gibi bir derdi yok. Bakıldığının farkında bile değil sanki. Onu çekici kılan çevresindeki huzur; belki de Vergilius’un Çoban Şiirlerini okuyor.

“…Başladı sıralı dizelerle
İkisi yarışa. Sıralı türkü yakmayı isterdi
Esin perileri. Bir Corydon, bir Thyrsis söz söyledi:

Corydon
Ya türkü esinleyin bana Codrus’cuğumunki gibi,
Sevgilimiz Libethra’lı periler
Ya asılı kalacak kutsal çama
Uyumlu kavalım, hepimizin gücü elvermiyorsa.

Thyrsis
Sarmaşıklarla süsleyiniz doğan ozanı, çatlasın
Codrus kıskançlıktan, Arkadia’lı çobanlar; kuşatın
Ya da yavşan ile alnını, kem dil erişmesin diye
Geleceğin ozanına, beni aşırıca överse.

Vergilius “Çoban Şiiri 7”
Çev.: Güngör Öner


“Çiçek taçlı Okuyan kız, ya da Vergilius’un Esin Perisi”
“Liseuse couronnée de fleurs, ou La Muse de Virgile” (1845)
Louvre Müzesi, Paris.

Roger de la Fresnaye "Evlilik"


Roger de la Fresnaye’nin (1885–1925) yüzyıl başında yaptığı “Evlilik” adlı bu tabloda doğrudan kitap okuyan olmamasına rağmen, sanatçı bir şekilde okumayı resmin merkezine yerleştirmiş. İlk bakışta, sıradan bir ev hali diye düşünüyoruz. Resmin huzurlu bir ortamı dile getirdiği bile söylenebilir. Kadın ile erkeğin arasında duran minik beyaz köpek, evliliğin en zorunlu öğesi, sadakatin simgesi olarak ortada duruyor, oysa daha uzun bakmaya başladığımızda, huzur ve uyum yerine, zıtlık ve karşıtlık görmeye başlıyoruz.


Köpek çok sayıda evlilik temalı resimde kullanılmış bir simgedir, hemen akla Jan van Eyck’in 1434 tarihli “Giovanni Arnolfini ve Karısı” adlı tabloyu getirir. Hem bir ev köpeğinin yarattığı aile ortamını hissettirmek için, hem de sadakat göstergesi olarak sık kullanılmıştır.
Fresnaye, Fransız aristokrat bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Çocukluğu, Falaise yakınlarında, aileye ait şatoda (Chateau de la Fresnaye) geçti. Klasik bir eğitim, aile geleneğiydi, sonrasında ise Fresnaye Paris’te akademiye girerek Maurice Denis gibi hocaların öğrencisi oldu.
“Evlilik” onun genel çizgilerini gösteren bir tablo, özellikle kübist Georges Braque ve Pablo Picasso etkisi hissediliyor fakat Fresnaye kübist öncüler gibi soyutlamalar yerine, hep konulu ve simgesel resimler yapmayı seçmiştir.


Bu resimde ilk görünen zıtlık, elbette kadının çıplak, erkeğin ise takım elbiseli oluşu. Kadın arzu dolu, erkek ise cinsellik düşünüyor gibi değil, piposunun dumanı altında gazete okuyor ve kadının hayalindeki ortamdan olabildiğince uzak. Ressam, kadının oturduğu koltuğu kırmızı, erkeğin oturduğunu da soğuk bir sarı renkte yaparak aradaki farkı iyice vurgulamış. Bu kuşkusuz bakan kişinin gözüne çarpan ilk zıtlık, bundan daha önemlisi ise, kadının tam başının üzerinde ve hemen yanındaki masanın üzerinde duran kitaplar. Burada kadını çevreleyen kitapları ben roman olarak düşündüm, kadın hayaller kurduran romanlara dalarken, erkek gerçeklerden koparmayan günlük gazetesini okuyor ve böylece sanatçının vurgulamak istediği zıtlık yeni bir boyut kazanıyor. Farklı türlerdeki iki okuma, iki insanın da farklılığına dikkatimizi çekiyor.
Bu resimde dikkatimi çeken bir başka şey, erkeğin sağ el parmağının bir pirzola tutar gibi duruyor olması, pirzola dedim ama aslında kaburga kemiği demek daha doğru olur. Kadının kaburgalarının da resimde çok belirgin olması, adamın elindekinin kaburga olarak yorumlanmasını güçlendiriyor. Âdem’in kaburga kemiğinden yaratılan Havva gibi, günaha teşvik eder konumda kadın.


Resim, sanki ortak bir dünyada zor buluşabilen karı-kocayı simgeliyor gibi geldi bana. Arkada duran masanın görünen ayağının kırık oluşu bence evliliğin ne denli kırılgan olduğunun güzel bir simgesi: farklı hazlar, farklı hayaller ve neticesinde farklı dünyalar, evliliğin aslında göründüğü kadar huzur ve uyum sağlamadığını kanıtlar gibi… hep bir ayağı kırık… hep dengeden yoksun…

Jean-Honoré Fragonard "La Lectrice"


Ressamlar öteden beri, genç kızları kitap okurken resmetmeyi çok sevmişlerdir. Kitap okuyan figür içe kapanık bir sükûnetle yansıtılır tabloya; zihni çalışır ama bedeni hareketsizdir. Okuduğundan kuşkusuz etkileniyordur, ama bunun nasıl bir etki olduğu bilmecedir. Ressamların gözünde sevilen bir tema olmasının nedeni de, büyük olasılıkla bu bilmecedir. Kitap okuyan insan kendisine bakan kişiyi (hatta tüm dünyayı) dışlamıştır. İlgisi kesintisiz ve bölünmez bir dikkatle kitaba yoğunlaşmıştır.

Okuyan kız resmi denince, genelde akla ilk gelen Jean-Honoré Fragonard’ın (1732–1806) ünlü tablosu olur. Tam tarihi bilinmemekle birlikte, bu tablonun 1770 ila 1775 yılları arasında yapıldığı sanılmaktadır. O dönemde, karısının anne ve babası ölmüş, ikinci kez gittiği, yaklaşık iki yıl kaldığı, İtalya’dan yeni dönmüştür. Kırk yaşın üzerindeki Fragonard, yanlarında yaşamaya gelen on dört yaşındaki baldızı Marguerite’ye, gizlemeyi başaramadığı tutkulu bir aşkla bağlanır; bu aşkın etkisiyle Rousseau’nun ahlak felsefesine ilgi duymaya ve romantik romanlar okumaya başlar. Bu yepyeni duygular resminde ise büyük boy peyzajları bir kenara bırakıp, özellikle ev içi ve aile ortamı konulu resimler yapmaya başlamasına neden olur. Bu resimde görünen genç kız, olasılıkla Marguerite değildir fakat tablonun onun hayali ile yapıldığını söylemek yanlış olmaz. Fragonard’ın bunun gibi hayalden yapılmış çok sayıda resmi vardır, bazılarında kız çocukları çok erotik (örneğin “Küçük Kızın Bacakları”) pozlarda görünürler.

Fragonard, kadınlara hep düşkün biri olarak bilinirdi, resmettiği kadınları tanrıçalar gibi güzel, bebekler kadar masum göstermeyi başarırdı. Baldızı Marguerite resmindeki konu değişikliğine neden olmakla kalmadı, ilerleyen yıllarda eniştesinden öğrendiği resim teknikleriyle Fransa’nın ilk önemli kadın ressamlarından (Marguerite Gérard 1761–1837) biri oldu. Fragonard’ın, hayatının son yıllarında yaptığı tabloların çoğunu tamamladı ve resimlere ortak imza attılar.
“La Lectrice” (Okuyan Genç Kız) tablosunun en hoş yanı, arkasında kocaman yumuşak bir yastık olduğu halde, genç kızın pek rahat görünmemesi. Dik oturuşu, oturduğu sandalyenin sert görünen ahşap kolu, yakasındaki danteller vb… onun yalnız olmadığı hissini veriyor. Etrafta birileri var ki en şık kıyafetleri içinde kitap okuyor. Okuma, kendinden geçmiş bir rehavetle gerçekleşmiyor, elindeki dikkat ve ilgi gerektiren bir metin. Belki de okuduğu kitap eğlendiren, hayal kurduran bir metinden çok, bilgi veren, eğiten bir metin. Fakat daha dikkatli baktığımızda kızın pembeleşmiş yanaklarının o kadar masum olmadığını da düşünmeye başlıyoruz, okuduğu kitap hakkında bir şüphe uyanmasına neden oluyor.

Ressamın bu resimde kullandığı renklere de hayranlık duymamak elde değil. Gerideki duvarı boş ve koyu bırakmış olması kızı daha çok görmemize yarıyor. Dokunma arzusu uyandıran yumuşak kumaşlar ve genç kızın şüphe edilmeyecek masumiyeti, resmi çok çekici kılıyor. Resme bakan kişinin ilk gördüğü şey ise kızın büyük bir zarafetle kitabı tutuşu ve narin parmakları.

Vincent van Gogh "Une Liseuse de Romans"


Amsterdam Van Gogh Müzesinin ünlü ressamın yazdığı mektuplar üzerine yaptığı bir araştırmaya göre, Vincent van Gogh 800 kez edebiyat eserlerinden, en az 150 kez de yazar isimlerinden bahsetmiş. Bu denli sık edebiyattan söz etmesini, ressamın edebiyat sevgisine gösterge olarak kabul edebiliriz. Kardeşi Theo’ya yazdığı bir mektupta “kitaplara karşı dayanılmaz bir tutku hissediyorum, kendimi sürekli olarak eğitmek ve bir şekilde, kendimi geliştirmek istiyorum. Benim için okumak, ekmek yemeyi istemekten farksız” sözleri kitaba karşı duygularını açıkça dile getiriyor.


Bir başka mektubunda, Pierre Puvis de Chavannes’ın kitap okuyan adam tablosu karşısında ne çok heyecan duyduğunu anlatır. Bu tabloda onu en çok etkileyen şey, okunan kitabın sarı kapaklı olmasıdır. Sarı, Van Gogh’un sevdiği ekin tarlalarını ya da ayçiçeklerini canlandırdığı renk olduğu için değil sadece, aynı zamanda o yıllarda Fransa’da günün romanlarını sarı kapaklı baskılarla yayınladıklarından, ressamın zihninde güncelliği, çağdaşlığı temsil ediyordu. Siyah kapaklı resmettiği İncil’in aksine sarı kapaklı romanlar sevdiği ve çok saygı duyduğu Emile Zola’nın “Yaşama Sevinci” kitabı gibi adeta ona yaşama sevinci aşılıyorlardı.


“Roman Okuyan Kız” tablosunda da genç kızın elinde sarı kapaklı bir kitap görüyoruz. Geleneksel Arles kostümüyle resmettiği kızın elinde modern bir roman olması, Van Gogh’un sevdiği türden bir zıtlık oluşturuyordu: geleneksel ile çağdaşın birlikte görünmesi. Resimdeki bir başka zıtlık, resmin üst bölümüne hükmeden sarı ile alt bölümde tabloyu kaplayan koyu renklerin bir arada duruşu. Kızın yanındaki masaya beyaz sayfalar koyması ve elbise kolunun canlı sarı renkte olması da iki tezat rengin arasında gözü dinlendirmek için koyduğunu söylediği renkler.

Van Gogh çok sayıda kitap resmi, özellikle de sarı kapaklı kitap resimleri yapmıştır. Yine Arles kostümüyle yaptığı Madame Ginoux tablosu, “Roman Okuyan Kız” tablosundan çok daha ünlüdür fakat diğer okuyan figür yağlı boya tablolarında, gerçek bir okuma eylemi yoktur, sadece masanın üzerinde açık duran kitaplar vardır. Bu yüzden kocaman açılmış gözleriyle okuyan bu genç kız tablosu çok ilginçtir. Van Gogh bu resminde özellikle okuma eylemine dikkat çekmek ister. Resmettiği yer sanki bir kitaplık değilmişçesine, sol üst köşeye bir güneş yerleştirmiştir, okuma eyleminin bir aydınlanma olduğunu anlatmak istiyordur sanki.



“Une Liseuse de Romans” 1888
Özel Koleksiyon

Edmond Aman-Jean "Femmes Lisant"


Otobüste, vapurda ya da plajda, kitap okuyan insanları seyretmeyi çok severim. Kendimce bir oyun da oynarım, ellerindeki kitaba bakmadan, sadece nasıl okuduklarını izleyerek kitabın ne olabileceği hakkında tahmin yürütürüm. Macera romanıyla, bir ders kitabı farklı mimiklerle okunur. Bilgi edinmekle, eğlenmek arasındaki farkın ötesinde, okuyan kişinin beden dili başkadır. Her kitabın çekim gücünün ayrı olduğunu düşünmeden edemem. Ayrıca seçtiği kitap okuru hakkında da bilgi verir.

Ressamlar öteden beri insanları, özellikle de kadınları, kitap okurken resmetmeyi sevmişlerdir. Bu köşede her hafta size kitap okuyan bir figürün resmini koymayı planlıyorum böylece birlikte resimdeki figürün ne okuduğu hakkında fikir yürütebiliriz. Bu yazılarda tablo ve baskıların teknik yapılarından söz etmek beni çok aşacağı için sadece okuma eylemi üzerinde yoğunlaşacağız.

Aydınlanma döneminden beri kitap okumak insanları geliştiren hatta yücelten bir aktivite olarak görülmüş. Daha sonraki yıllarda, 18. yüzyılın ortalarından itibaren kitap okumanın şeytani bir yanını da resmetmeye başlamış sanatçılar. Kitaplar ve özellikle romanlar, hayal kurduran, baştan çıkartan, gerçeklerden koparan nitelikleriyle ele alınmışlar.

Edmond Aman-Jean (1858–1936) “Femmes Lisant” (Okuyan Kadınlar) adlı tablosunu 1922 yılında tamamlamış. Eğitim bursuyla gittiği Roma’dan Paris’e döndükten sonra sembolist şairlerle dostluk kuran Aman-Jean, onların yaratıcılıklarından çok etkilenmiş. Mallarmé ve Verlaine (Verlaine portresi çok ünlüdür) o yıllarda dilde bir çökertme yaratarak yeni bir şiir dili kurmaya çalışıyorlardı; şiiri kalıplarından çıkartıp yeni duyarlılık peşinde olduklarını dile getiriyorlardı. Bunda çok başarılı da oldular.

Aman-Jean ise, birlikte eğitim gördüğü yakın dostu Georges Seurat gibi yenilik peşinde değildi, geleneklere bağlı kalma isteği vardı. Çok sayıda kadın resimleri ile kendine bir ün sağlamıştı. Soylu ama melankolik görünümlü kadınlar onun resimlerinin özelliği haline gelmişti. Bu resimde de kamelyalar altında iki kadın, okudukları kitapların etkisiyle hayale dalmışlar. Çekicilikleri ortada ama davetkâr değiller. Kendi hayal dünyalarına dalmış olmaktan mutlu ve huzurlu görünüyorlar.

Resimdeki kamelya doğal olarak hemen akla “Kamelyalı Kadın” eserini getiriyor, Aman-Jean bununla aşk acısı çeken kadınları mı simgeliyor diye sormadan edemiyoruz. Ne okuyorlar diye sorarsak, ilk akla gelen Alexandre Dumas (oğul) romanı ama resimde acıdan çok, idealleştirilmiş hatta ulaşılamayan aşk hissi ağır basıyor.