23 Mart 2010 Salı

22 Nisan 2008 Salı

Robert Campin "Mérode Mihrabı"


Yaklaşık bir yıl kadar önce, kitapların sanatçılar tarafından nasıl görüldüğü ve resmedildiği konusu ilgimi çekmeye başladı. Farklı dönemlerden sanatçıların eserlerine, kitap figürünü göz önünde tutarak bakmaya başladım. Öylesine bir çeşitlilik söz konusuydu ki, sadece sanatsal farklılıklar değil, “kitap” olgusunun yüzyıllar içinde ne denli değiştiği de açıktı. Ortaçağ ve Rönesans döneminde yapılan resimlerde kitap, neredeyse her zaman kutsal kitap anlamına geliyordu. Bu durum ancak, matbaanın yaygınlık kazanması, okuryazarlığın artması, geniş kitlelerin kitaba ulaşması ile değişmişti.

İçinde kitap olan resimler ve daha sonra da kitap okuyanların portresi derken, resme de farklı gözle bakmaya başladım. Her resmin içinde gizlenen simgeleri bulmak bir oyuna dönüştü. Tüm kitaplı resimler içinde Robert Campin’in “Mérode Mihrabı” olarak bilinen eserinin yeri ise neredeyse hepsinden üstündü, çünkü bilinmezlerle dolu yaşam öyküsü bir yana, bu resmin her detayı simgelerle dolu öyküler gizliyordu.

Bu ünlü resmi yapan sanatçının bugün Robert Campin (1378–1444) olduğu sanat tarihçileri tarafından kabul ediliyor. Kuzey Rönesans’ının başlangıç tarihi, tarihçilerinin uzun yıllardır tartıştıkları konulardan biri olmuş. 19. yüzyıla kadar ünlü ressam Van Eyck, Kuzey Rönesans’ının başlangıç noktası olarak görülmüş. Ancak daha bilimsel araştırmalar yapılmaya başlandığında, ortaya farklı sonuçlar çıkmış. Her şeyden önce, önceki çağlarda “Flemalle’li Usta” adıyla bilinen kişinin, Robert Campin olduğu ortaya çıkmış. Gençlik yılları ve nerede öğretim gördüğü bilinmese de, 1406 yılında Tournai kentinde lonca dışı bağımsız bir ressam olarak çalışmaya başladığı bilinir. Ayrıca 1410’da Tournai kenti hemşeriliğine kabul edildiği resmi makamların yazışmaları sonucunda bilinir.


Ressam, bu sıralarda açtığı atölyede, aralarında Jacques Daret ve Rogier de la Pasture’ün de bulunduğu pek çok öğrenci yetiştirdi ve 1423’te ressamlar loncasının başına getirildi. Zanaatkârların isyanına katılarak bir süre belediye meclisi üyeliği yaptığı için mahkûm edildi. Evli olmasına karşın genç bir kadınla ilişki kurduğu için de ayrıca cezalandırıldı. Flémalle Ustası adı, Frankfurt’taki Stadel Sanat Enstitüsü’nde bulunan ve Flémalle-les-Liége dolaylarındaki hayali bir manastırdan geldiği varsayılan dört panolu bir resimden kaynaklanmaktadır. Robert Campin ayrıca Mérode mihrap resminden ötürü Mérode Ustası olarak da bilinir.


Robert Campin’in kişiliği ve resimleri çok büyük tartışmalara neden olmuştur. 19. yüzyılın sonuna değin Werden’e ait olduğu kabul edilen bu resimler, daha sonra Jacques Daret gibi daha önemsiz bir ressama yakıştırılmıştır. Ancak, 1909’dan sonra bu resimlerin Campin’e ait olduğu sanat tarihçilerinin çoğunluğunca kabul edilmiştir.


Campin, Flaman resim geleneğinin ilk uygulayıcılarındandır. Uluslararası Gotik’in, gerçek yaşamı ve nesneleri daha şiirsel ve gerçekçi bir biçimde temsil eden bir üsluba dönüştürülmesinde etkili olmuştur. Dramatik bir gerçekçilik, açılandırılarak işlenmiş biçimler, çarpıcı bir etki kaygısı, birbiri üstüne yığılan ağır kumaş kıvrımlarının kullanılışı ve iç mekânın en ince ayrıntılara dek işlenmesi, onun üslubunun belli başlı özellikleridir. Figürleri ise, uzun yüzleri, geniş tutulmuş gözkapakları küçük ve yuvarlak çeneleri, ince dudakları ve tıknaz yapılarıyla belirgindir. Bu özellikleri göz önünde tutulunca Campin’in üslubu hem etkilediği, hem de etkilendiği Van Eyck’ınkine göre daha arkaik ve katıdır.


Campin gerçek dünyayı, cennetin bir aynası olarak görür. Ayrıca mitoloji ve dinsel metinlerden aldığı simgelerle yoğun bir anlatıma kavuşan resimler yapar. Resimleri bu nedenle masalsı hava taşırlar. “Mérode Mihrabı” resminin detaylarına bakınca çok sayıda simge görürüz.


Üç parçadan oluşan ve bu yüzden “Mérode Triptiği” diye de adlandırılan resmin sol kanadında resmi sipariş eden, Pieter Engelbrecht ve karısı görünür. Resmin konusunun da bu çifte uygun olması düşünüldüğü için seçildiği sanılır. Engelbrecht, “melek tarafından getirilen” anlamına taşıyan bir sözcüktür. Varlıklı ailelerden gelen, yaklaşık 1420’lerde evlendiği sanılan Engelbrecht’in karısının kızlık adı Gretgin Schrinmechers de resimdeki marangoz Yusuf peygamberin de varlığını açıklar, çünkü Schrinmechers, “marangoz” anlamına gelir.


Orta kanatta iki belirgin figür görürüz. Bunlardan biri Meryem’e Tanrıdan mesaj getiren melek, diğeri ise, meleğin gelişiyle okuması kesilmeyen, okuduğuna yoğunlaşmış Meryem Anadır. Resmin sol üst köşesindeki pencereden, bebek İsa peygamberin içeri girdiğini görürüz. Bir haç üzerinde geliyor olması, ölümünün izini doğumunda beraberinde getirdiğini simgeler. Bu resimdeki en önemli unsurların başında, hem Yusuf’un hem de Meryem’in olduğu odalarda arka plandaki pencerelerin açık olmalarına rağmen, bebek İsa’nın açık pencerelerden değil, camdan süzülüp gelmiş olması yatar. Bu, Meryem’in bekâretinin bozulmadığını simgeler, çünkü İsa bebek ışık içinde içeri süzülürken, cam kırılmamıştır.


Meryem’in hemen arkasında duran masanın üzerindeki mumun da yeni sönmüş olması, odayı dolduran İsa’nın varlığının, başka bir ışık olmaksızın etrafı aydınlattığı şeklinde algılanır. Odaya giren İsa, ayrıca bir rüzgâr eşliğinde gelmiştir, bu hem mumun sönmesine, hem de masanın üzerindeki kitabın sayfalarının uçuşmasına neden olmuştur. Masanın üzerinde duran diğer obje olarak vazodaki çiçekleri görürüz, bunlar bekâreti temsil eden beyaz zambaklardır.


Sağ kanatta, tüm olanlardan habersiz tahta oyan Yusuf, pencerenin önüne de koyduğu gibi, fare kapanları yapıyordur. Fare kapanları da içeri şeytanın giremeyeceğini simgeler. Bu resimde yer alan her objenin anlamını çözmek bugün için zor ve hatta olanaksız olsa bile, hayal gücümüzü kullanarak, meleğin başının arkasında duran nişin içindeki suyun, kilise girişinde arınmak için duran suya benzediğini, Meryem’in elindeki beyaz örtünün de yine onun saflığını simgelediğini düşünebiliriz.


Kuşkusuz, yapıldığı çağda bu resme bakanlar bizim gördüğümüzden çok daha fazlasını görüyorlardı. Çünkü onlar için bu resimde yer alan simgeler, büyürken duydukları efsanelerin, dini öykülerin resmedilmesiydi. Bu resimde beni en çok etkileyen şeylerin başında, böylesine büyük ve dolu bir resmin bu denli küçük bir boyuta sığdırılmış olması gelir. Orta panel, 64x63 cm. yan paneller ise, 64x28 cm büyüklüğündedir ancak. Hâlbuki resmi bir kitapta basılı olarak ilk gördüğümde dev boyutlu bir yapıt olduğunu zannetmiştim.

Edvard Munch "Genelevde Noel"


Edvard Munch, 1902–1908 yıllarını Almanya’da geçirdi. Bu ülkeye, aldığı özel bir sirapiş için gelmişti, Doktor Max Linde’nin Lübeck’teki evinin çocuk odasına bir fresk yapması isteniyordu. Avrupa’da tanınmaya başlayan Munch, özellikle dev boyutlu portreleri ile ilgi çekiyordu.

Munch, resmini yaptığı kişileri, derin psikolojik içgüdü ile betimlerdi. Dr. Linde’nin evinde kaldığı süre zarfında, bir de doktorun dört çocuğunun tablosunu yaptı, bu tablo 20. yüzyılın en başarılı çocuk portreleri arasında sayılır. O dönemde yaygın olan, kişileri yüceltme ya da kahramanlaştırma gibi yöntemlere o başvurmazdı.

O günlerde dostu Albert Collmann’a yazdığı bir mektupta, freskin tamamlandığını ve yerinde güzel durduğunu yazdı. Güzel durduğunu söylemesine rağmen, eleştirmeden de duramıyordu, aslında küçük oda için fazla baskın ve ağır geldiğini de sözlerine eklemişti.

“Genelevde Noel” resmini de, 1904 yılının Aralık ayında yapmaya başladı. Linde’nin evinde geçirdiği Aralık ayında ayrıca Linde’nin tanınmış bir senatör olan kayınpederinin portresini yapma siparişi de aldı. Fakat Munch, son birkaç yıldır, her yılbaşı sırasında olduğu gibi, huzursuzdu yine. Aile, düzen ve kutlamalar belki de canını gereğinden fazla sıkıyordu; bu dönemde yeniden iyice içmeye başladı. Dengesiz davranışları sonucunda, senatör portre siparişinden vazgeçti.

Lübeck’te geçirdiği günlerde Munch, rahatlamak için geneleve gitmeye başladı. “Genelevde Noel” sanatçının o dönem hissettiği ikilemleri en iyi yansıtan tablosudur. Tabloda en önde duran kadın figürünün göğsünde çaprazlanmış ellerinin birinde sigara diğerinde ise İncil, tam da ressamın istediği türden bir ironi yaratır.

Edvard Munch, pietist inancın baskın etkisi altında büyümüştü. Bu resimde kendi katı dindar geçmişine başkaldırdığını görebiliriz: En kutsal olan ile en günahkar olanın birlikteliği. Resmin en arka planında, ortada, kutsal aile bütünlüğünü temsil eden noel ağacı olmasına rağmen, solda sızmış bir müşteri, masanın üzerinde içki şişesi ile bu kutsanmışlığa ironi dolu bir bakış öneriyor sanatçı. Ayrıca, arkada duran kadınların süslenmiş olmaları, yeni müşteriler için olabileceği gibi, özel kutlama gecesi için de olabilir.

Bu resimde sanırım bizi en etkileyen şey, ressamın neşe ile melankoliyi aynı anda vermesi. Buradaki okuyan kadın figürü, günahlardan arınmak için okuyan bir kadın olarak görünmüyor, keyifle, gelenekle, gündelik bir iş yapar gibi okur İncilini.


“Genelevde Noel” (1904/5)
Munch Müzesi, Oslo

Jan Vermeer "Açık Pencere Önünde Mektup Okuyan Kız"



Bazı resimlere internetten bakmanın ayrı bir keyfi oluyor, hatta insana iyi ki bu çağda yaşıyorum dedirtiyor. Jan Vermeer’in (1632–1675) “Açık Pencere Önünde Mektup Okuyan Kız” tablosuna bakarken aynen böyle dedim. Yüzyıl önce, hatta on yıl önce bu tabloya bakanlardan farklı olarak, resimde olmayanları da görme şansına sahip bir çağın insanlarız.


Rastlantı sonucu bulduğum bir internet sitesinde, resmin üzerinde fareyi gezdirince, sanatçının sonradan sildiği detayları görmenin de mümkün olduğunu fark ettim. Yeni teknoloji sayesinde, sanatçının tabloya koymak istemediği, sonradan çıkarttığı unsurlar üst tabaka boyanın altında nelerin gizlendiğini ortaya çıkartıyor.


Örneğin bu resimde Vermeer ilk başta, arkada görünen boş duvara bir melek (elinde yay tutan bir kupid) resmi çizmiş. Resmi daha sonra neden değiştirdiğini bilmiyoruz. Eğer Vermeer duvarda o resmi bırakmış olsaydı, genç kızın ona aşk ilan eden bir mektup okuduğunu düşünürdük fakat ressam bu detayı sildiğine göre, bunu düşünmemizi istemedi. Buna rağmen, ben bu resme baktığımda kızın elindeki mektubun sevgilisi tarafından yazıldığını düşünmeden edemiyorum. Mektup belli ki uzaktaki sevgiliden geliyor, hatta belki merak ve özlemle beklenen sevgiliden. Kızın pencereye iyice yaklaşmış olması, içindeki hiçbir sözcüğü kaçırmadan okumak istediği hissini veriyor.


Söz ettiğim gelişmiş teknoloji sayesinde bildiğimiz başka bir detay da, ressamın ilk başta resme perde koymamış olduğu. Üzerinde Türk halısı serili duran masanın üzerinde ilk başta bir meyve tabağı durmaktaymış, daha sonra Vermeer bu tabağı silecek şekilde kalın bir perde koymuş resmin sağ tarafına. Ve bence, resme inanılmaz bir boyut getirmiş bu perdeyle. Bir tiyatro havası vermiş.

Her şeyden önce, perde genç kızın saklandığı izlenimini vermiş; odanın gizli bir köşesine çekilmiş, herkesten uzak sevgilisinden gelen mektubu okuyor. Saklanmışlık ve mektupla baş başa kalma havası hissediyoruz resme baktıkça. Elbette bir de biraz önce sözünü ettiğim tiyatro sahnesi havası var; ressam özellikle kalın bir perde kullanmış, aslında hiç de doğru bir yerde asılı gibi durmuyor bu perde. Bu yüzden de teatral hava artmış hissediliyor. Perde sanki bir anda açılıp, gizli bir sahneyi röntgenlememize izin veriyor.


Vermeer, ev içi sahnelerinde inanılmaz başarılı resimler üretmiş bir ressam. Bu resimde özellikle resmin yukarı kısmında, perdenin asılı olduğu nokta ile, aşağıda perdenin etek uçlarına doğru gelen masanın önündeki bölüm, bir çeşit trompe l’oeil yaratıyor. Bir başka trompe l’oeil ise, genç kızın pencerenin camına yansıyan yüzünün aksi. Başının durduğu noktada cama öyle yansıması olanaksız; aslında ressam resmi ilk yaptığında başın doğru yansıması varmış, sonradan resmi değiştirip, farklı bir açıdan kızın yüzünü gösterme isteği duymuş. Bu resmin bence odak noktasını, kızın camda yansıyan görüntüsü oluşturuyor. Bütün duygusal derinliği veren, bizde dikkatle yüzüne bakma isteği uyandıran yüz bu…


“Açık Pencere Önünde Mektup Okuyan Kız” (c.1657–1659)
Staatliche Kunstsammlungen, Dresden

Jean-Etienne Liotard "Kitap Okuyan Sultan"





Bugüne kadar gördüğüm tüm okuyan kız tabloları içinde Liotard’ın bu resmi, en sevdiğimdir. Bu resim “Türk giysileriyle Marie Adelaide” olarak da bilinir. Fransa kralı XV. Louis’nin üçüncü kızı olan prenses Marie Adelaide, o yılların modasına uyarak harem kıyafetleriyle poz vermiştir ressama.

Kızın elindeki kitabın başlığı görünmez, ama küçük boyutundan bunun bir öykü kitabı olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Resmi çekici kılan şeylerin başında prensesin giydiği üçetek ile içi kürklü kaftanın eşsiz güzellikteki desenleri gelir. Desenler o denli canlı ve ince işlenmiştir ki, resmin geri kalanı sanki bu desenleri iyice ortaya çıkarmak için sade ve tek renklidir. Doğunun güzelliğini ressam bu resimde sadece genç kızın giysileriyle değil, dertlerden uzak, keyifli ve rahat oturmasıyla veriyordur sanki. Zaman, doğudaki gibi ağır işliyordur resimde de.

Jean-Etienne Liotard (1702–1789) uzun yıllar İstanbul’da yaşadığı için, resimlerine yansıyan doğu, yüzeysel değildir. Birçok sanatçının oryantalizmin moda olması sonucunda, kulaktan dolma bilgilerle resim yaptığı dönemde, o sadece burada yaşamakla kalmamış, Osmanlı sanatlarını incelemiş ve minyatüre ilgi duymuştur. Ayrıca, hem İstanbul ve İzmir’de yaşadığı yıllarda, hem de daha sonra gittiği Viyana ve Paris’te, kocaman sakalından ve doğu giysilerinden kolayca vazgeçmediği için “peintre turc” adıyla anılmıştır.


Resimdeki kızla bir özdeşlik kurmamın tek nedeni Türk giysileri içinde olması değil, kızın arkasındaki pencerenin kafesi, onun kısıtlanmış fiziksel özgürlüğünü göz önüne seriyor. Bu görüntü üzerine de, kitabın sanki her tür kısıtlamaya meydan okuduğunu düşünmeden edemiyor insan. Fiziksel kısıtlamaların, zihinsel özgürlüklerle alt edildiği düşüncesi ağır basıyor.

Bu resim için poz veren prenses Marie Adelaide, kuşkusuz güzel bir portre çıkması için süslenmiştir fakat yüzyıllar sonra biz resme bakarken onun bu denli şık olmasını neredeyse yadırgarız. Liotard’ın portrelerinde yer alan kadınların kitap okurken, nakış işlerken ya da mektup yazarken şık giysiler içinde poz vermiş olmaları, kitabı bir dekor objesi olarak görmemize neden olur. Yine de terliklerini çıkarmış ve kaftanın üzerinden sıyrılmış olması kimseyi beklemediğini, yalnızlık içinde kitabını okuduğunu düşünmemizi ister. Bugün Liotard’ın diğer birkaç resmini görebiliriz İstanbul’da. Bunlardan biri, Pera Müzesinde görülmeyi bekliyor.
“Kitap Okuyan Sultan” (1753)
Galleria delgi Uffizi, Floransa

Peter Ilsted ve Berthe Morisot




Aynı yaşlarda kitap okuyan iki kız çocuğu birbirlerine ne denli benzeseler de, iki tablonun geride bıraktığı duygu tamamen farklı.


Birinci tablo yalınlık, boşluk ve sessizlik üzerine kurulmuş; oysa ikinci tablo, canlılık ve hareket izlenimi veriyor. Birinci kız belki cezalandırılmış ve odasına dersini bitirmek üzere yollanmış. Diğer küçük kız, biraz önce oynadığı topunu sandalyenin arkasına asmış, örgülü saçlarını da sandalyenin arkasında havalandırdıktan sonra okumaya başlamış. Birinci tabloda ödev hissedilirken, ikincisinde topa (ya da oyuna) tercih edilmiş okuma eylemi var. İlk bakışta birbirlerine benziyorlar, fakat dikkatimiz yoğunlaştıkça yaşadıkları dünyaların farkı yüreğimizi burkuyor. Teselliyi ancak aynı güzel masal kitabının içinde kaybolmuş olmalarında buluyoruz.


“Okuyan Kız”ın ressamı Danimarkalı Peter Vilhelm İlsted (1861–1933), karısı ve iki kızını model olarak kullandığı çok sayıda iç mekân resimleri yapmış. Orta sınıfa özgü sadelik hemen her resminde hissediliyor. Odaların içleri sade döşenmiş ve çok temiz; ancak çok gerekli olan eşyalar görülür. Parlak beyaz kumaşlar temizlik duygusunu arttırır.


Genelde İlsted’in resimlerinde görünen kadın figürlerin yüzleri net değildir. Çoğu zaman sırtları dönük şekilde, nakış işler, gitar çalar ya da kitap okurlar. Bir şey yapmadıklarında da boyunları bükük bir merdiven aralığında otururlar. Sessizlik sanırım en belirgin özellikleri bu resimlerin. İlsted, sakin ve dünyadan kopuk ev halini yansıtmakta usta bir ressam olarak biliniyor. Bu resimde de, arkaya dev bir saat koyarak, dayanılmaz sessizliği resmin ezici ağırlığı haline sokuyor. Ayrıca, saat, cezanın daha uzun saatler devam edeceğinin işareti gibi görünüyor.


Berthe Morisot (1841–1895) de İlsted gibi aile fertlerini model olarak kullanan bir ressam. Fonda sanayileşmenin görüldüğü manzara resimlerinin yanı sıra en ünlü tablolarından bazılarında ablasını, kocasını ve annesini resmetmiş. İlsted ile Morisot tamamen farklı coğrafyalarda büyümüş iki ressam ama ortak bir özellikleri daha var: her ikisi ünlü ressamlarla akraba. Morisot, Edouard Manet’nin erkek kardeşiyle evli, İlsted’in kız kardeşi İda ise, Vilhelm Hammershoei’nin karısı. Her iki ressam, usta kayınbiraderlerinden etkileniyor ve resimlerinde bu seziliyor.


Morisot’nun “Kitap Okuyan Küçük Kız” tablosu, özellikle Manet etkisini açıkça gösteriyor. İzlenimcilerin 1874’deki ilk sergisinde Morisot’nun tabloları da yer alıyor. Daha sonraki yıllarda da izlenimci akımın önemli temsilcilerinden biri olarak kabul ediliyor. Birinci resim ne kadar kuzey iklimini anlatıyorsa, Morisot’nun bu resmi de o kadar Akdeniz iklimini yansıtıyor. Arkadaki palmiye ağacının yaprakları, açık ve geniş teras, parlayan güneş, adeta küçük kızı neşe içinde düşünmemizi sağlıyor. Açık alanda olduğu için, İlsted’in resminde hissedilen sessizlik ve sükûnet yerine burada canlılık ve hareket hissediyoruz. Hareketi sağlayan obje de, tabii ki filenin içindeki top.


Atmosferler farklı ama okudukları da farklı mı diye düşünmeye başlıyoruz. Aslında biri sade, diğeri renkli bu iki kız çocuğunun okuduklarıyla birbirlerine yakınlaştıklarını düşünmek benim hoşuma gidiyor. Aynı masalı okuyorlar, farklı yaşamlarında, farklı biçimlerde etkileniyorlar ama bence masallar aynı. Birbirlerinin dünyalarını da ortak masallar sayesinde anlayabilecekler. Çünkü hikâyeler, masallar, romanlar, insanların bilmeden de olsa paylaştıkları bir ortaklık.




Peter Vilhelm İlsted “Okuyan Kız” (1915)




Berthe Morisot “Kitap Okuyan Küçük Kız” (1888)
Museum of fine Arts, Florida

Jean-Baptiste Greuze "Heloise ve Abelard Mektupları Okuyan Hanımefendi"



Ünlü düşünür Denis Diderot, Jean-Baptiste Greuze’u bir dönemin en önemli ahlak elçilerinden biri olarak görüyordu. Özellikle çocuklarına İncil okuyan babanın resmedildiği eser, Diderot için 18. yüzyılda ulaşılması gereken ahlakı savunuyordu. Çocuklarını etrafında toplayan baba, ilgiyle dinleyen, oynamayı bırakmış her yaştaki çocuğa, onları sıkmadan, sevgiyle bir şeyler öğretirken resmedilmişti. Çocuklar da oyuncaklarını bir kenara bırakmış, masanın etrafında dizilmiş, büyük bir ilgiyle dinler görünüyorlardır babalarını.


Kitap okumanın yaygınlaştığı 18. yüzyılda, gerçekten de kitabın nimetleri çok önemliydi. Kitap, aydınlanmanın bir parçası sayılıyordu. Kuşkusuz haklıydı böyle düşünenler. Okuryazarlık seviyesi iyice yükselmişti, kitap okumak soylular ve din adamlarının tekelinde değildi artık. Modernleşmenin, aydınlanmanın ve en önemlisi de demokratik olarak sosyal sınıflar arasındaki farklılıkların azalması anlamına geliyordu.


Belki de tüm bu nedenlerden dolayı, Greuze’un “Heloise ve Abelard Mektupları Okuyan Hanımefendi” adlı tablosu, Diderot gibi, tabloyu gören herkesi şaşırttı. Okumak bir aydınlanma nedeni iken, nasıl olur da bunca cinsellik çağrışımlarıyla dolu olarak verilirdi? Akıl karıştırıcı bu durumun birkaç açıklaması bugün bile süren bazı tartışmaların başlamasına neden oldu.

Birincisi, son yıllarda bu konuda çıkan yazılarda görüldüğü gibi, bir ihtimal bu tablonun ressamı Greuze değil, Bernard d’Agesci olabilirdi. Bu durumda ahlak elçisi Greuze’un adı hala temiz kalıyordu. Akla gelen bir diğer açıklama ise, babasından resim yapmayı öğrenen ve daha sonra babasının tabloları ile çok fazla karışan tablolardan biri olarak bunun ressamı Anna-Geneviève Greuze (1762-1842) olabilirdi.


Bu tabloyu gerçekten Greuze’un yaptığını varsayarsak, bir diğer açıklama da, ressamın bu tabloda okumalar arasındaki farklılığa dikkat çekiyor olmasıdır. Bu tablodakine benzer bir okuma, aydınlatmadan çok duygusal olarak insanı (daha da önemlisi kadını) esir alabilirdi. Koyu ahlakçılar tarafından eleştirilmesi de gereksizdi bu durumda, ressam kendi etik duruşundan bir şey kaybetmiyordu. Romanın ne denli baştan çıkarıcı olduğunu dile getiriyordu, hayali kurguların tehlikesine karşı bir uyarıydı belki de bu resim. Genç kadının bedenine yakın tuttuğu kitap, sıyrılmış ve göğsünü açıkta bırakan sabahlığı, kendinden geçmiş ruh hali ve pasif duruşu, insanın “sanat”ın etkileri karşısında ne denli sömürülmeye açık olduğunun göstergesiydi.

Resimde genç kızın elindeki kitap, Abelard ile Heloise’in umutsuz aşklarını ortaya koyan mektuplaşmalarının derlemesi. Diğer kitap ise “Sevme Sanatı” başlığını taşıyor. Sanatın insanlar üzerindeki gücü üzerine yazılan romanlar, yapılan resimler çok fazladır. Don Kişot gibi, şövalye romanları okuyup kendini şövalye sananlar; ya da aşk romanları okuyan Madam Bovary gibi kendini aşka kaptıranların öyküleri bunu çok güzel dile getirirler. Bu resimdeki kadın da, okuduklarının etkisiyle, kendi gerçekliğinden kopmuş görünür. Hayal dünyasına dalmış, kendini bir roman kahramanı olarak görmektedir. Jean-Baptiste Greuze, büyük olasılıkla resminde, romanın insanı ne denli etkisi altına alabileceğini gösteriyordu. Roman okumanın insanı içine sürüklediği ruh halini resmederek, dolaylı olarak o da resme bakan kişiyi aynı ruh hali içine sokuyordu.


Jean-Baptiste Greuze (1725–1805)
“Heloise ve Abelard Mektupları Okuyan Hanımefendi” (c.1780)
The Art Institute of Chicago